Küresel Salgın ve Edebiyat
Kültür ve Dahası

Küresel Salgın ve Edebiyat

Murat S.
Murat S.

Edebiyat yani edep, çoğunlukla aşklar, arzular, kayıplar ve haksızlıklar üzerine dökülen harfleri yan yana dizip kelimeler, cümleler ve satırlar inşa etme kaygısından oluşuyor gibi görünse de, hakikatte edebiyat, çırılçıplak var olanı çirkinliğinden, sahiliğinden, aleladeliğinden ve keskinliğinden yontup, mevcudu güzel gösterme endişesidir. Bu yüzden kaygılıdır edebiyatçılar, bu yüzden evhamlıdır, içine kapanıklardır ve bir o kadar da cesur, gözü pek ve tolgası kırık birer şövalye gibi en ön saflarda dururlar insanlığın insanlığa savaşında. Cenk meydanında her zaman süvariler, toplar, piyadeler, tanklar ya da bataryalar değil, bazen de hastalıklar çarpışır. Tıbbi hastalıklardır bunlar ve insanlık, gözle göremediği varlıklarla cenk eder. Virüs der hekimler, bakteri der tabipler; ilaçlar, merhemler, maskeler, yakılan cesetler ve zehirlenmiş havayı teneffüs eden yığınların arasında, en çok edebiyatçılar bağışıktır. Çünkü kendisini bildi bileli ince bir hastalığın ateşiyle, uykusuzluğuyla ve halsizliğiyle dövüşen bedeni, var olduğunda beri direndiği amansız bir hastalığın endişesiyle, bitkinliğiyle ve ümitsizliğiyle cebelleşen zihni, tıbbi hastalıkların yarattığı ve doktorlarca tanımlanmış terimlerin, iğnelerin, teşhislerin, şurupların, ilaçların ve tentürdiyot kokularının arasında, esas hastalığın bencillik, asıl hastalığın kibir, gerçekte olanın insanla yine insan ve insanla doğa arasındaki bir savaş olduğunu bilir. Bu yüzden reçeteler yazmaz edebiyatçı, bu yüzden nekahet süreleri ön görmez ya da şifa için haplara, hortumlara, yataklara sarılmaz. Hep yaptığını yapar; çırılçıplak var olanı biçimsizliğinden, ötekileşmişliğinden, hoyratlığından ve kabalığından kesip ayırarak, güzel olanı gösterir.

Defoe’nin Veba Yılı Günlüğü’nde (Daniel Defoe, Veba Yılı Günlüğü, 1722) 1665 yılında İngiltere nüfusunun çeyreğini öldüren büyük veba salgınına, vebanın taşıyıcısı virüsünü, bulaşma biçimlerini, belirtilerini, kuluçka süresini, ilaçlarını ya da ölüm oranlarını okumayız. Defoe kitabını hazırlarken yüzlerce tıbbi doküman, kayıt ve diğer belgeleri incelemiş olmasına rağmen, salgını salt bir hastalık olarak betimlemez. Veba üzerinden İngiltere’deki sınıfsal ayrımları, kilise ve halk arasındaki ilişkiyi, tüccarların çeşitli hilelerini, mahalle arası gıda çatışmalarını, hekimlerin öncelediği vakalardaki maddi gerçekliği anlatır. Çünkü Defoe’ye göre veba ne Tanrı’nın bir gazabı, ne kirliliğin bir sonucu ve ne de sadece farelerle taşınan bir hastalıktır. Ona göre veba ölümcül bir hastalık olmakla birlikte beslendiği pislik ve kirliliğin, şehirleşmenin ve alt yapı hizmetlerinin dışında bırakılmış yığınların, barakalarının önüne küfelerce çürük et ve meyve atılan fakirlerin ve inançsız, ahlaksız ya da hayâsız olarak tanımlanarak dışlanmış toplulukların, “dindar”, “soylu” ve zenginlere verdiği bir cevaptır. Şöyle der Defoe:

Lağım çukurlarında yaşayan farelerden kristal şarap kadehlerine ve oradan da pek soylu asilzadelerin mumlar diktiği kiliselere sıçrayan bu illet, üst üste yığılarak yakılan cesetlerin eşit miktarda kül bıraktığını anlatıyor.

(İş Bankası Kültür Yayınları, 2016, çeviren İris Kantemir, sayfa 195)

Veba üzerine cephede yer alan ve kalemini sayfaların üstünde bir hekim gibi dolaştırıp, cümlelerini birer ilaç, paragraflarını birer aşı ve okurken bıraktığı duyguyu bir eczacı vakuruyla yaşatan yazar Camus: “Görünür gerçeğe rağmen, bir insanın ölümünün bir sineğin ölümünden farksız olduğu bir çılgınlık dünyasında yaşadığımızı; bu hesaplı vahşetler ve ölçülü delilikleri, insanda korkunç bir hürriyet isteği duyuran bu hapsedişi, öldüremediklerinin üzerine sinen bu ölü kokusunu, nihayet her gün bir kısmımızın fırın ağızlarında yığın yığın birikip yağlı dumanlar halinde havaya karıştıkları, başkalarının ise kendi sıralarının gelmesini mecburen bekledikleri, serseme dönmüş bir topluluk olduğumuzu sükûnetle inkâr etmek istiyorlardı.” diye yazmıştı Veba isimli kitabında. (Albert Camus, Veba, 1947) Anlatımına konu ettiği salgın, memleketi olan Cezayir’de yaklaşık yüz sene önce yaşanmış olan Kolera Salgını olsa da, Camus hastalığı, bireylerin yaşamla ölüm arası sürekli yaşadığı ve galibi belli çatışmaya benzetmiş, yeryüzündeki yegâne gerçeğin ölüm olduğu vurgusuyla kimi yerlerde karamsar, kimi yerlerde ümitkar ve kimi yerler de ölümü soğukkanlılıkla tarifleyen bir üslup kullanmıştır.  Camus’un hastalıkları ve ölümü kaleme alışı, yaşlılık gibi olağan vefat nedenlerinin dışında kalan ve kitlesel ölümlere yol açan savaşların, afetlerin ve salgınların, dev bir hakikat olarak insan zihnine kazınması gereken bir gerçek olduğu üzerinedir. (Varlık Yayınları, 1967, çeviren Oktay Akbal)

Hemen hemen bütün hastalıklarda ilk belirtiler ateş, halsizlik, terleme ve titremedir ya, ne kadar da aşkın ilk belirtilerine benzer bunlar, değil mi? Bir virüsün vücuda girmesiyle harekete geçen antikorların yükselttiği ısı, yüksek ateşe bağlı terleme, oluşan halsizlik ve iştahsızlık ve gece yoğunlaşan titremeler, aynı zamanda bir kalbe giren aşk tutkusunun yaşattığı sıcaklığa, özlemin neden olduğu kaygı ve heyecana, sevdanın elden ayaktan düşürmesine ve yar için yarlardan uçup gitmelere benzer. Sanırım Marquez de, Kolera Günlerinde Aşk isimli romanında, hastalıkla aşkı ilişkisini böyle düşünmüş olmalı. (Gabriel Garcia Marquez, Kolera Günlerinde Aşk, 1989) Marquez, kendisine ilham veren Kolera salgını ve bana göre insanlığın en kadim hastalığı olan aşk arasındaki bağı anlatırken, aşkın “iki kişilik” bir salgın olduğundan bahseder. Sağlıklı, mantıklı, güçlü ve üretken bir bünyeye ansızın giriveren aşkın, kişiyi sarsıcı ve çaresiz bir hale getirip hem bedenen hem de ruhen zayıf düşürdüğünü ve tıpkı bir salgında tek kurtarıcının aşı-ilaç olması gibi, aşkta da tek ilacın kavuşmak için yapılan her şey olduğunu ancak kavuşmanın şifa değil, aşkın ölümü olduğunu yazar. Salgınlarda reçeteler yazılır, aşkta mektuplar, hastalıklarda hastaneler dolar taşar, aşkta güzel bahçeler ve kıyılar, salgınlarda doktorlar ve hemşireler vardır, aşkta kalemler ve şarkılar. Marquez kolera salgını üzerinden, bize aşkın yeryüzündeki en görkemli salgın olduğunu ve böyle bir hastalığa tutulmakla şifa için değil, hasta kalmak için uğraşılması gerçeğini yazar. Koleraya karşı alınan önlemleri, devletin yaptırımlarını ve idarenin tutumunu anlatırken, arada ince bir gönderme yapar ve “ Belden aşağısı bedenin aşkı, belden yukarısı ruhun” der Marquez (sayfa 92). Tıpkı Kolera mikrobunun sindirim sistemini sarması ve kanlı ishal yapması gibi. Ve Marquez ölümcül koleranın aslında basitçe sıvı takviyesi yani su ile bertaraf edilebilmesi gibi, aşkın da en yalın haliyle suyun saflığındaki sadakat ve vefa ile mutlu etmesini anlatır.  (Can Yayınları, 1982, Çeviren Şadan Karadeniz)

Şairlerin ve yazarların derdi hastalıkların hasta ettiği insanlıktan ziyade insanlığın hastalık sandığı ve nafile savaştığı arazlar olduğundan, veba, kolera, tifüs gibi sahi hastalılar dışında, Saramago’nun hayal gücüyle var ettiği körlük de bulaşıcı bir hastalıktır. Ancak Saramago’nun körlüğü, bildiğimiz görme engelli yani ama olma hali değil, kendimize, hayata, yaşamı oluşturan unsurlara ve kaidelere karşı oluşmuş bir görmeme halidir.

Jose Saramago 1995’de kaleme aldığı Körlük isimli romanında, sıradan bir sabah araç trafiğinde seyrederken birden bire görme yetisini yitiren karakter üzerinden, bütün kenti saran bir körlük salgını ve gittikçe artan körlük vakasına karşı toplumun ve devletin beceriksiz tutumunu eleştirir. Despotça ve baskıcı uygulamalar hayata geçirerek körlük salgınıyla baş etmeye çalışan otorite, birer ikişer görme engelli olan şehir sakinlerinin alışa geldik yaşamlarını sürdüremeyişini, gittikçe bencilleşen ve benmerkezci olan aileleri ve karanlık bir boşluğa bakan insanların çaresizliğini anlatır.  “Asıl körlük, umudun tükendiği bu dünyada yaşamaktı” ve “Sessiz kalma, en büyük alkışlamadır” cümleleri, Saramago’nun ümide olan tutkusunu ve haksızlığa karşı duruşunu anlatan cümleleridir.

Saramago, insan bedeninde ruh barındıran tek organın göz olduğuna inanarak, görme yetisinin kaybedilmesini ruhun yok oluşuna benzer. Ancak bunu kör olan kişi üzerinden değil, görmeye devam edenlerin köre ve körlüğe bakışı nazarından ele alır. Çünkü görenler bir köre baktıklarında, körün gözlerindeki ifadeyi göremediklerinden hem körün ruhunu anlayamazlar hem de kendileri bir körlük halinde olurlar. Bu görüngü durumun salgın bir hastalık halini alıp herkesi kör ettiği bir bulaşa dönüşmesinin yarattığı karanlık, hem kitlesel bir ruhsuzluk hem de ferdi bir çaresizlik meydana getirir. İnsanların birbirlerini görmediği, nesneleri ve dünyayı diğer duyularıyla fark edip tanımlayabildikleri bir dünyada renkler anlamsızlaşır, biçimler değişir, tarifler farklılaşır ve bir bütün halinde ruhsuzlaşan şehirde kalan tek gerçek, körlüğün de bir görme biçimi olmasıdır. Nitekim Saramago bu eserinden yıllar sonra aynı konuyu bu kez ‘Görmek’ ismiyle tekrar kaleme alacak ve körlük-görmek ilişkisini başka bir dille daha anlatacaktır. (Jose Saramago, Körlük, 1995, çevirmen Işık Ergüden)

Yakın dönemin popüler yazarları da hastalıkları ve salgınları ele almış ve kimi zaman uzaydan gelmiş bir virüsün, bazen bilinmedik bir deniz canlısından insanlara sıçramış bir mikrobun, bazı eserlerde hayvanlardan insanlara bulaşan bakterilerin yol açtığı ölümcül hastalıkları yazmışlardır. Bu tür eserlere Stephen King’in Mahşer isimli romanı, Peng Shepherd’in  Kıyamet Başlıyor isimli kurgusu, Emily Mandel’in İstasyon On Bir isimli hikayesi örnek teşkil eder. Benzeri pek çok roman ve öyküde, insanoğlu yaşadığı yerküreye temelden aykırı bir tüketim ve tabiat yağması sonucu bir virüsle temas eder ve kurgu boyunca tedaviler, acılar, ölümler ve kayıplar yaşandıktan sonra nihayet bir aşı ve ilaç üretilmesiyle salgın son bulur. Geriye alınmamış dersler, devam eden hayat ve tıbbın görece zaferi kalır.

Günümüzün konusu Covid-19 olarak isimlendirilmiş olan, grip ailesinden Corona isimli bir virüsün yol açtığı pandemi, yani küresel bir salgın. İnsanlık geçmişte olduğu gibi karantinalar, temassızlık, kısıtlılık, ölümler ve çare arayışları içerisinde, durumu onlarca kez anlatmış olan yazarların kurgularına paralel şekilde çırpınıyor. Bir yandan boğularak yaşanan ölümler, dolup taşan hastane kapasiteleri, diğer yandan ayakta tutulmaya çalışılan iktisadi varlıklar ve üretim, bir yanda tedaviye erişimi nispeten rahat olan zengin ve müreffeh ülkeler, diğer yandan varsıl ya da yoksul tanımadan ölüme kadar götürebilen bir hastalık. Havralarda, şapellerde, camilerde edilen dualar, laboratuvarlarda ve hastanelerde terleyen hekimler ve kentlerde maskeleriyle dolaşan insanlar, kah hafife alarak ve kah çok korkarak bekliyorlar. Bir hapşırığın ya da öksürüğün binlerce uzun menzilli füzeden, zırhlı tanktan ve mermiden daha tahripkâr olduğu, basit bir kucaklaşmanın bankalarda istiflenmiş balyalarca paradan ve külçe altından daha kıymetli olduğunun görüldüğü günler yaşanıyor. Geliştirilen aşıların etkinliği ümit verse de, virüsün uğradığı mutasyonların yarattığı endişe ve korku varlığını koruyor.

Hastalığın Dünya Sağlık Örgütü tarafından küresel bir salgın yani Pandemi olarak ilanından günümüze kadar geçen yaklaşık iki yıllık zaman zarfında, edebiyat ve bir anlamda duygu ve düşünce yaratımı da ‘hastalandı.’ Sosyal hayatın kısıtlanması hatta tamamen durdurulması, sınırların kapanması ve seyahatlerin yasaklanması, insanların değil kent merkezlerinde, aynı muhitte dahi bir araya gelemez hale gelmesi ve uzun haftalar boyu evlerden sürdürülen çalışma ve dinlenme mecburiyeti, hemen herkesin karamsar, içine kapanık, sıkılmış, bunalmış, boğulmuş ve yalnızlığa gömülmüş bir hissiyata hapsolmasına neden oldu. Eve servis yapan firmalar, yazılım ve bankacılık sektörü gibi uzaktan çalışmaya uygun alanlar ve sanal arkadaşlık uygulamaları inanılmaz bir büyüklüğe ulaşmışken, yazı ve yazma üzerine her şey zaten tek kanatla uçmaya çalışırken, birer ikişer kepenk kapatan sahaflar, kitabevleri ve yayıncılarla birlikte daha da irtifa kaybetti.

Son iki yıllık küresel salgının edebiyat üretimindeki etkisine daha yakından baktığımızda, edebiyatın kadife pelerinli ve görünmez kılıçlarıyla savaşan şövalyeleri olan dergilerdeki durum dikkat çekmektedir. Örneğin dünyaca ünlü The New Yorker dergisinin 2020 Nisan ve 2021 Mart aylarına kadar süregelen içeriklerinden önce çıkan başlıklar; ‘Uzaktan Çalışmada Verimlilik,’ ‘Seyircisiz Spor Müsabakaları’, ‘Salgında Evcil Hayvan Bakımı,’ Bir Aşı Antropolojistinin Portresi’ gibi konulardan oluşmaktadır. Benzer şekilde bir başka önemli yayın olan Paris Review dergisinin 08 Nisan 2020’den itibaren seri halde yayınladığı ‘Pandemi Edebiyata Nasıl Sızıyor?’ başlıklı araştırması, tam dokuz ay boyunca devam ederek nitelikli bir külliyata dönüşmüş durumdadır. Yanı sıra Amerika’nın en köklü kurgu edebiyatı dergilerinden American Short Fiction’da, Haziran 2020’den Mayıs 2021’e kadar otuz-sekiz adet Salgın distopyası konulu hikâye yayınlandığını görmekteyiz. Bu arada Politico dergisinin listelemesine göre dünya çapında koronavirüs konulu 200’den fazla karikatür yayınlandığını ekleyelim.

Ülkemizdeki duruma baktığımızda neredeyse öne çıkan tüm edebiyat dergilerinin salgına yer verdiği metinleri okumaktayız. İlk akla gelen örnek, Varlık Dergi’nin Haziran 2020 sayısı olmalı çünkü ‘Yeni Bir Başlangıç Mümkün mü?’ sorusuyla pandemiyi özne alan dergide, pek çok görüşe yer verilmektedir. Aynı şekilde Hece Dergisi’nin Mayıs 2020 tarihli nüshası da, ‘Küresel Salgın ve Edebiyat’ başyazısıyla okuyucu selamlamaktadır. Kafka Okur, Kafa, Ot ve Masa gibi fanzin ağırlıklı dergilerin de çeşitli sayılarında, pandemiye ilişkin yazılar ve çizimler yer almaktadır. Yerel ve uluslararası dergilerin bütününe ilişkin göze çarpan gerçeklik, salgının insanoğlunda uyandırdığı değersizlik ve boğuntu hissinin yoğunluğu olmaktadır. Çünkü edebiyatçı, yeryüzüyle savaşan insanlığın eninde sonunda yenilgiye mahkûm olduğunu bilme yalnızlığındadır. Çünkü edip, kendisini mavi gezegenin mutlak hâkimi addeden insan türünün, bir virüse yenik düşecek kadar savunmasız ve aciz olduğunu bilmenin yalnızlığındadır. Ve çünkü edebiyatçı, bilimin şüphesiz iktidarında keşfedilecek bir aşının insanlığı kurtarmaya muktedir olduğunu tahmin etse de, yirmi dört saatliğine bile bir odada kendisiyle kalamayan insanların sığlığından dertlenecek kadar kederli bir yalnızlıktadır.

Dergilerin ötesine geçip kitap yayıncılığına baktığımızda, beklenmedik bir istatistikle karşılaşmaktayız. Küresel istatistik veri tabanı olan statista.com’un hesaplamalarına göre, Mart 2020’den Mart 2021’e dek 12 ay boyunca toplam kitap satışları, önceki yıllara göre ortalama %6,5 oranında bir artışa sahip görünmektedir. Ancak verinin asıl ilginç olan kısmı, satış rakamlarını artıran kitapların klasikler, mutlaka okunması gereken romanlar, mesleki rehberler ya da kişisel gelişim kitapları değil, distopya konulu öyküler ve romanlardan oluşması göze çarpmaktadır. Çok bilinen 1984, Cesur Yeni Dünya, Otomatik Portakal, Zaman Makinesi, Damızlık Kızın Öyküsü ve Tufan Zamanı gibi konuları itibariyle bir salgını değil, bireysel ve toplumsal çürümeleri, çöküşleri, kitlesel bencilliği ve otoritenin vahşi tahakkümünü anlatan bu kurguların çok satması, insanların salgın sürecindeki ruh haline ışık tutmaktadır.

Salgının edebiyatla ve sanatın geneliyle bir başka ilişkisini de, Pandemi konulu öykü, şiir, deneme, anı ve resim yarışmalarından artışla da gözlemliyoruz. Çeşitli belediyelerin, sendikaların, bazı yayınevlerinin, derneklerin ve vakıfların düzenlediği 100’e yakın yarışmasının ana konusu salgından oluşmakta ve sonucu açıklanmış eserlerin okumaları yapıldığı zaman geleceğe dair ümidin, sağlık çalışanlarına duyulan saygı ve vefanın işlenmesi kadar, bütünüyle ümitsiz ve karamsar hikâyelerin de kaleme alındığı görülüyor.

Çoğu tarihçiye ve sosyoloğa göre insanlığın yönünü değiştiren iki temel olgu savaşlar ve salgınlardır. Savaşlarda toprak/iktidar üzerine verilen ölüm-kalım mücadelesi, insanlığı barutu, topu, tankı, füzeyi, orduyu, yani bir bütün halinde silahlı kuvvetleri ‘icat etmeye’ mecbur bırakırken, salgınlar da ilacı, aşıyı, temizliği, mikrobu ve virüsü öğrenerek, ironik bir şekilde yine savaşı dikte etmiştir. Her iki savaş da bir yandan büyük göçlere, yeni yerleşimlere, yerleşilen yerlerde hâkim kılınacak devletleşmelere, dillere, tıbba, ilaçbilime ve diğer yandan teknolojiye, araştırma-geliştirmeye ve icada yönelmeye dek varan olgulara neden olmuştur. İnsanlığın ortak hafızasındaki büyük savaşlar, katliamlar ve Ortaçağ vebası gibi büyük salgınlar, kendilerinden sonraki hemen her şeyin değişmesine ve yenilenmesine yol açmıştır. Toplumların sis sirenleri olan edebiyatçılar, savaşların ve salgınların orta yerindeki muğlaklığı öngörüp, yazdıkları romanlarla ve filme alınan senaryolarıyla, hem savaşların ve salgınların tüm çıplaklığını insanlığa sunmuş hem de savaşlar ve salgınlar sonrası kurulacak yenidünyalar için öngörülerini ilan etmişlerdir. Jules Verne gibi daha ‘çılgınca’ ve yararlı görünen icatların edebiyatı dışında, yazarların ve şairlerin geleceğe dair atıfları çoğunlukla distopik ve karamsardır. Meşhur Walking Dead dizisindeki gibi korkunç zombiler dünyasından, World War gibi istila edilmiş yeryüzü senaryoları, arka planında insanlığın iktidar ve sermaye için kurgulandıkları laboratuvar sahtekârlıklarını, toplu etkiye sahip kitle kıyım ilaçlarını ve sözde yeterince çoğalmış olan insanlık nüfusunu kontrol altına almak için uygulanan planları konu eder. Çoğu senaryonun finalinde ‘iyi’ bilim insanları ve orduların galip gelmesinde ise, kaleminde tüm insanlığın topyekûn yok olduğu bir zalimlik barındıramayan edebiyatçıların ümitli hayalleri vardır.

Covid-19 virüsü koku ve tat duygularını zayıflatıyor ama okuma ve idrak etme yeteneklerimize etki etmiyor. Solunum sistemimize yerleşip kontrolsüz salgılara neden oluyor ancak bir şiirle titreyen kalbimiz üzerinde hâkimiyet kuramıyor. Virüs belli başlı yüzeylerde bir süre etkin olabiliyor fakat sevgiliye elle yazılmış bir mektup kâğıdında barınamıyor. Şu halde bir gün hepimiz onunla tanışacağımıza göre sadece bedenen iyileşmek için değil, okuyup idrak etmek, şiirler ezberlemek ve mektuplar dizmek için girelim karantinalara. Şaire şiirdir salgın, yazara maskedir kitaplar.