Büyülü Gerçekçilik Akımı ve Edebiyata Yansımaları
Kültür ve Dahası

Büyülü Gerçekçilik Akımı ve Edebiyata Yansımaları

Rumeysa E.
Rumeysa E.

Büyü ve gerçekçilik kombinasyonu başlangıçta garip bir ikili gibi görünebilir. Ama aslında bu gariplik, biraz fantezi sosu eklenmiş gündelik hayattan başka bir şey değildir. Sıradanlığın büyülü dünyası. Ya da büyülü dünyanın sıradanlığı.

Büyülü Gerçekçilik Nedir?

Realist yaklaşımla meydana getirilen sanat eserlerinde mantığa aykırı olduğu gerekçesiyle kullanılmayan birtakım ögelerin, gerçek dünyanın bir parçası olarak kurgulandığı büyülü gerçekçilik, son yüzyılın en önemli sanat akımlarından biri olarak kabul edilir.

Bu içerik de ilginizi çekebilir: Sanat Akımları Nelerdir? Akımlar ve Sanatçılar Hakkında

Büyülü gerçekçilik terimi ilk olarak Alman fotoğrafçı, sanat tarihçisi ve sanat eleştirmeni Franz Roh tarafından Nach Expressionismus: Magischer Realismus (Dışavurumculuktan Sonra: Büyülü Gerçekçilik) adlı kitabında bir tabloyu tanımlamak için kullanılmıştır.

Orta Avrupa'da büyülü gerçekçilik, genellikle Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra gerçekleşen ve düzene dönüş olarak kabul edilen modern veya avangart sanata karşı tepki olarak ortaya çıktı. Bu akımdan etkilenen sanatçılar arasında İtalya'da Giorgio de Chirico, Alberto Savinio ve Almanya'da Alexander Kanoldt ve Adolf Ziegler vardı. Büyülü gerçekçilik terimi aynı zamanda 1940'larda ve 1950'lerde Paul Cadmus, Philip Evergood ve Ivan Albright gibi bazı Amerikalı ressamların eserleri için de kullanıldı.

Dünyaca ünlü Meksikalı ressam Frida Kahlo'nun eserlerinde de büyülü gerçekçiliğin izlerine rastlamak mümkündür. (The Two Fridas / 1939)

1955'te eleştirmen Angel Flores, Gabriel García Márquez ve Jorge Luis Borges'in eserlerini tanımlamak için büyülü gerçekçilik terimini kullandı ve o zamandan beri tartışmalı da olsa önemli bir edebi terim haline geldi.

Edebiyatta Büyülü Gerçekçilik

Büyülü gerçekçilik, Latin Amerikalı yazarların edebi eserlerinin Avrupa'da geniş çapta yankı uyandırdığı 1960'larda ve 70'lerde popülerlik kazandı. Hatta kimi kaynaklarda bu dönem "Latin Amerika Patlaması" olarak adlandırıldı. Bu dönem yazarları arasında Carlos Fuentes, Gabriel García Márquez ve Julio Cortázar yer almaktaydı. Eserler, büyük ölçüde Latin Amerika'da ve dünyanın diğer bölgelerinde otoriter rejimlere karşı kurtuluş savaşının verildiği ve Küba Devrimi'nin gerçekleştiği 60'ların siyasi ikliminden etkilendi.

Büyülü gerçekçiliğin Latin Amerika'da bu kadar tutunmasının bir diğer sebebi olarak bölgede Katolik Hristiyanlığın yaygın inanç oluşu gösterilmektedir. Bu kadim inanç büyülü gerçekçi eserleri okurken gerekli olan düşünce yapısını okuyucuya sunmaktadır, mucizelerin mümkün olduğunu.

Tabii ki büyülü gerçekçi edebiyat Latin Amerika'yla sınırlı değildir. Dünyanın hemen hemen her yerinde yüzyıllardır anlatılmakta olan mitolojik hikâyeler, efsaneler ve masallar büyülü gerçekçi perspektiften de rahatlıkla okunabilir. Doğu'da ya da Batı'da fark etmez, dünyanın dört bir yanında insanlar meleklere, şeytanlara, yarılan denizlere, göklerden gelen mucizelere ve felaketlere inanmaktadır. Bu türden hikayeler istiyoruz çünkü bunlara ihtiyacımız var ve hepsi içinde barındırdıkları olağanüstülükler bir yana dünyayı nasıl anlamlandırdığımızın bir göstergesi aslında. Dünyayı böyle anlıyorsak ve başkalarına da bu şekilde anlatmak istiyorsak modern edebiyatta böyle anlatıların olmasına neden şaşıralım ki?

Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez de çocukken anneannesinin hikâye anlatma tarzını gözlemleyip yıllar sonra romanlarını bu yöntemle yazdığını kendisi söylemiştir. Anneannesi, en olağanüstü olaylardan bile sıradan şeyler gibi bahsedermiş. Büyülü gerçekçiliğin güzel bir tanımı...

Gabriel García Márquez (1927-2014) 

Büyülü Gerçekçi Edebiyatın Temel Unsurları

Her sanat akımını olduğu gibi büyülü gerçekçiliği de var eden bazı temel elementler var:

Bir Parça Gerçek Dünya
Büyülü gerçekçi sanat akımında mantık dışı unsurların kullanıldığı doğrudur fakat sanıldığının aksine mantık dışı unsurlardan meydana gelmesi büyülü gerçekçiliği fantastik edebiyata yaklaştırmaz. Hatta tüm olağanüstülüklerin gerçek dünyanın bir parçasıymışçasına kurgulanması onu fantastik edebiyattan ayıran asıl yanıdır. Burada alternatif bir gerçeklik söz konusu değildir. Gerçek, gündelik hayatın herkesçe bilinen sıradan gerçeğidir.

Bu akımın gerçekliğe karşı olan bağlılığı, onu sosyopolitik eleştiriler için de güçlü bir araç haline getirmiştir. Büyülü gerçekçi romanların pek çoğunda bu sayede faşizm ve sömürgecilik gibi konulara değinebilmek mümkün olmuştur.

Örneğin Salman Rüşdi, Geceyarısı Çocukları'nda Hindistan'ın bağımsızlığının öncesinde ve sonrasında yaşanan olayları olağanüstü bir telepati yeteneğine sahip olan Salem Sinai'nin ağzından anlatmaktadır.

Midnight's Children / İllüstrasyon: Anna Bhushan / Folio Society (2009)

Açıklanamayan Doğaüstü Olaylar
Büyülü gerçekçilikte her zaman büyülü unsurlar vardır. Asıl önemli olan, sihrin hiçbir zaman açıklanmamasıdır. Karakterler gerçekleşen olaylara karşı duyarsızdırlar, onları hafife alırlar ya da görmezden gelirler, gariplikleri üzerine düşünmezler ve yaşanan olaylara yalnızca duygusal tepkiler verirler.

Büyülü gerçekçi romanlardan birinin sayfalarını karıştırdığımızı hayal edelim. Orada realist romanların pek çoğunda da karşılaştığımız türden gündelik hayattan izler buluruz: Yemek masasında birlikte akşam yemeği yiyen bir aile, okuldan kaçan bir grup genç, bir ip yumağının peşinden dünyayı unutmuşçasına koşan bir kedi. Fakat sonra sayfaları çevirmeye devam ederiz ve sofrada yemek yiyen aile fertlerinin bir anda sandalyelerinden doğrulup göğe doğru yükseldiklerini, okuldan kaçan gençlerin zamanda bir yolculuğa çıktığını, ip yumağının peşinden koşan ufak yaramazın devasa bir ceylanın peşinden koşan yırtıcı bir kaplana dönüştüğünü görebiliriz. İşin ilginci tüm bunlarda hiçbir gariplik yoktur. Her şeyin zaten bu şekilde ilerlemesi gerekir. Akış böyledir.

İnançlar, Mitler ve Efsaneler
Büyülü gerçekçiliğe asıl aromasını veren sembollerdir. Tanrılar, şeytanlar ve mantık ötesi yaratıklar hayal gücü zenginliğinin bir sonucu olarak romandaki yerini alır. Masallar, efsaneler, halk hikâyeleri büyülü gerçekçi edebiyatın en önemli besin kaynaklarıdır. Tüm bunlar salt anlatıyı zenginleştirmek için değil aynı zamanda alıcıya mesajı gizli işaretler yoluyla iletmeyi de amaçlar. Bu şekilde iletilen bir mesajın etkisi elbette daha fazla olacaktır. Üstelik yazarın yazdığı metinle alakalı herhangi bir açıklama yapması gerekmeyecektir. Bu sayede her okur, hikâyeyi kendi yaşantısı ve hayal gücüne göre yorumlayabilir.

Bla Bla Mythology / Sonja / Flickr

Biraz Edebiyat Tozu
Büyülü gerçekçi romanlarda yazar, okuyucunun anlatıdaki tuhaflığı fark etmemesi için araya girmez ve hiçbir açıklamada bulunmaz, gerçek ve doğaüstü dünyayı bütünleştirmek için muğlak bir görünüm yaratır. Yer ve zaman da bu sebeple çoğunlukla belirsizdir. Zaman akıcı ve doğrusal değildir. Üslup açısından ise mübalağa, tekrir, mecaz, ironi gibi pek çok söz sanatı kullanılır.

Büyülü Gerçekçi Romanlar

Her ne kadar Latin Amerika edebiyatı ile özdeşleştirilse de dünyanın hemen hemen her yerinde pek çok yazar, yazdıkları büyülü gerçekçi romanlarla okuyucularına gerçek dünyada geçen büyülü hikayeler anlatmaktadır. İşte bazıları:

Yüzyıllık Yalnızlık, Gabriel García Márquez (1967): Modern edebiyatın başyapıtlarından biri olarak kabul edilen Yüzyıllık Yalnızlık'ta Gabriel García Márquez okuyucularına, Buendia ailesinin altı kuşağının aşk, savaş, trajedi ve komedi içinde yaşadıkları Macondo'nun büyülü dünyasını anlatmaktadır. Yüzyıllık Yalnızlık, hâlen dünyanın dört bir yanından pek çok yazarı etkilemeye devam etmekte ve büyülü gerçekçi edebiyatın standartlarını belirlemektedir.

Yayınlanmasının 50. yıldönümünü anmak için hazırlanan baskısında Şilili sanatçı Luisa Rivera'nın Yüzyıllık Yalnızlık için yaptığı illüstrasyon. (Penguin Books / 2017)

Usta ile Margarita, Mihail Bulgakov (1966-67): Mihail Bulgakov'un imgeleminde, 1930'lar Moskova'sında sihirbaz kılığına girmiş bir şeytan; konuşan bir kedi ve uzman bir suikastçıdan oluşan isyankâr grubuyla Moskova'ya iner. Birlikte şehrin altını üstüne getirirler ve Stalin rejiminin arkasındaki korkaklığı ve ikiyüzlülüğü ortaya çıkarırlar.

Koku, Patrick Süskind (1985): Patrick Süskind, Koku romanında Jean-Baptiste Grenouille isminde, tüm insancıl duygulardan yoksun, sadece kokulara karşı inanılmaz derecede duyarlı ve kendi istediği kokuları üretebilmek için cinayet işlemekten bile çekinmeyen bir katilin hikâyesini anlatmaktadır.

The Perfume: Story of Murderer / Seunghee Yi

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş, José Saramago (2005): "Ertesi gün hiç kimse ölmedi." José Saramago'nun bu romanı böyle başlıyor. Romanda, adı bilinmeyen bir ülkede ölümün aniden ortadan kaybolması ironik bir biçimde anlatılmaktadır. Ölümün olmadığı bir dünya... Hipotez bir kez ortaya atıldıktan sonra yazar, onu tüm sonuçlarıyla geliştirir ve okuyucu; yaşam, ölüm, aşk ve varoluşun anlamı ya da anlamsızlığı üzerine düşünme fırsatı bulur.

Ağaca Tüneyen Baron, Italo Calvino (1957): Italo Calvino'nun Atalarımız üçlemesinin ikinci kitabı olan Ağaca Tüneyen Baron'da, 18. yüzyılda genç bir İtalyan asilzadesi, ağaca çıkarak ve bir daha asla karaya ayak basmayacağını söyleyerek ailesine isyan eder. Cosimo ismindeki bu asilzade; ağaçlar üzerinde gezer, uyur, orman yangınlarıyla savaşır, mühendislik problemleri çözer ve hatta aşık olur. Cosimo, ormanın gölgesindeki bu hayata uyum sağlar. Fakat yıllar sonra ağaçlardaki tüneğinden Aydınlanma Çağı'nın geçtiğini ve yeni bir yüzyılın doğmakta olduğunu anlar.

İllüstrasyon: Julian Peters

Sevgili Arsız Ölüm, Latife Tekin (1983): Sevgili Arsız Ölüm'ü eklemeseydim benim için bu liste tamamlanmış olmazdı. Latife Tekin'in çocukluğundan izler taşıyan bu ilk romanı, bir ailenin köyden kente yaşadıkları travmatik göçü ve aile bireylerinin kentte giderek artan yalnızlaşmasını; masallar, türküler, halk hikâyeleriyle örülmüş büyülü bir arka planda anlatır. Periler ve iblislerin kendisine musallat olduğu genç bir kız olan Dirmit, hızlı değişen toplum yapısının dayatmalarıyla ve annesi Atiye'nin aileyi bir arada tutmak ve şehirdeki köylülerin ağzına laf vermemek için uyguladığı bazı batıl inanç ritüelleriyle de baş etmek zorundadır. Toplumsal cinsiyet rolleri ve Türkiye'de kadın olmanın ne anlama geldiğine dair çok güçlü bir anlatı niteliğinde olan bu roman, aynı toplumsal yapının sürmekte olduğu günümüzde hemen hemen hiçbir şeyin değişmediğini, aradan geçen kırk yılda öyle pek de bir yol katedilemediğinin en iyi göstergelerinden biri aslında.

Başı boşalınca usulca elini yüreğinin üstüne koydu. Yüreği, "Yoruldum! Yoruldum!" diye eline vurdu. Atiye, "Sesin kopsun geberesice!" diye yüreğini azarladı.  -Sevgili Arsız Ölüm, Latife Tekin

Bu içerik de ilginizi çekebilir:

Mitoloji Kitapları: Bir An Önce Okumanız Gereken 5 Kitap